“Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz”
Kulağımda Ahmed Arif’in şiirleri ile gidiyorum Van’dan Hakkari Yüksekova’ya. Bu ilk gidişim, heyecanlıyım, ürkek ve birazda mahcup henüz adını koyamadığım. Gidiş amacımız Cilo-Uludoruk (Reşko) tırmanışı. Geçitler geçerek, kontrollerde durarak, virajlar dönerek...
Benim ülkemin parçası, Anadolu’mun doğu sınırı, işte benim bayrağım, işte benim dilim... Ben onlardan, onlar benden diye düşünerek gitsem de hep bir eksik parça kalıyor usumun hikayelerinde. Neden diye soruyorum cevaplar suskun, cevaplar sonrandan ortaya çıkacak henüz bilmiyorum.
Yüksekova’ya geldikten sonra kısa bir alışveriş ve yemek yedikten sonra tırmanış için ilk kamp alanı Serpel yaylasına çıkmak için yola koyuluyoruz. Dağlar ululaşıyor, değişiyor bir anda görüntüler, akarsuyun berraklığı da artıyor ve hızlanıyor akışı. Yükseldikçe dağlarda renkler değişiyor.
Tüm bunları seyrederken bir anda farkına varıyorum ve buraya gelirken usuma takılan soruların ilk cevaplarını almaya başlıyorum. Alışveriş yaptığım yer İstanbul’da girdiğim marketle aynı, işte aynı markalar, aynı diziliş, aynı ürünler sadece farkında değilim. Yemek yerken ekmek ve suyun tadı aynı, yemekler de benzer. Yol boyunca fark ediyorum aslında bunları. Kontrol noktasında sınır bölgesine geldiğimiz için bir sorumluluk kağıdı imzalarken ikinci cevap boylu poslu yiğit bir asker geçerken onunla geliyor. Benim askerim diyorum, işte kolunda bayrağım.
Serpel Yaylasına vardığımızda sorularım benimle birlikte şaşkın, coğrafya adeta büyülüyor çünkü beni. Dört yanım Cilo dağları silsilesi, arkalarında onlardan daha heybetlileri. Bitmiyorlar, biraz ürkütseler de bir baba gibi güven de veriyorlar. Derelerden su içiyoruz, yok Karadeniz’de içtiğimden farkı. Hemen aklıma yine Ahmed Arif’in dizeleri geliyor yine bunları düşünürken,
"Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri... "
2. gün zirveden önceki kamp alanımız için yürüyüş başlıyor, hedef Horgedim Yaylası. Yorucu ama keyifli 4,5 saatlik bir tırmanış ile varıyoruz ama sorularım da ve bulabildiğim azıcık cevaplarla benimle geliyor. Kampa yerleşiyoruz ve dinlenmeye başlıyoruz. Gece samanyolunu ve yıldızları görünce şehirde onlardan ne kadar uzak yaşadığım aklıma geliyor... Hiç ışık olmayınca ve 2950 metreden bakınca ne kadar çok olduklarını görüyorum.
04.00’de başlıyoruz zirve için yürümeye.
Kayalar, buzullar, engeller...
Aşıyoruz, tırmanıyoruz, yürüyoruz...
Zorlandıkça keyif veren, keyif verdikçe zorlayan bir rotada devam ediyoruz. Soluğum kesildikçe sorularımda da keskinleşiyor. Bu dağlar, bu yükseltiler, bu rüzgar, bu taşlar, az önce hayatımda bu kadar net duyduğum bu kuşun avazı, hiç yabancı gelmiyor, hissediyorum dilini.
İşte zirve orada bana gel diyor, duyuyorum.
Zirveden çıkınca soluklanmak için uzandığımda bakıyorum aynı gökyüzü, aynı ufuk çizgisi. Parçalar birleşiyor sanki, yine de cevapsız kalanlar rahatsız ediyor yüreğimi. Zirve inişi Ahmed Arif’in bir başka şiirinin dizesini söylüyorum;
“Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla.”
1 günlük dinlenme ve başarılı bir zirve sonrası geliyoruz tekrar Yüksekova’ya. Ayaklarımızda yaralar, üstümüz başımız toz toprak olsa da mutluyuz ve gülüyor yüzler.
Hem şehri gezmek, hem eksikleri gidermek için şehri turlamaya başlıyorum. Eczaneye, lokantaya, bakkala, giriyorum hep güleryüz, yardım etmek isteği... Hoşgeldin, nasılsın bitiyor, çay ikramı. İki kolum serbest, dudağımda ıslık Beyoğlu’da yürür gibi yürüyorum. Çay ocağına oturuyorum, misafirsin diyorlar paramızı almıyorlar. Bahar alışveriş yapmak için tek başına pazarlarda gezerken yüzünde daha önce nadiren tanık olduğum bir gülümse ile geliyor. Bütün esnafla tanışmış, kaynaşmış, ben Kürtçe öğreneceğim diyor. Durduk yere ben burada ne kadar rahatım bir bilsen diye tekrarlayıp duruyor. Bir biz miyiz, abartıyor muyuz diye arkadaşlara soruyorum herkes benzer düşüncede...
Sorularımın cevapları çoğaldıkça, yeni düşünceler beliriyor ve yeni düşünceler yeni soruları getiriyor.
Kimdi bizi buralara yabancılaştıran? İzmir, Konya, Trabzon, Antalya hep yakın hep gidilebilirdi de, çok mu uzaktı Hakkari ve neden hep uzaktı? Yaş 35, neden daha önce gelmemiştim, neden daha önce gelememiştim. Pasaport gerekmiyorsa, neden buralara gelmek için çok şeyi düşünmem gerekiyordu? O kadar yabancı müzik dinlerken bu toprakların ezgilerini neden ıskalamıştım. Ne kadar güzeldiler oysa ki. Arkadaşlarımızın koyduğu isimle, transferimizi sağlayan süslü aracımızın şoförü Yaşar abinin o hoş sohbetini kim unutabilir ki?
Vatanın, vatan olması için kanla kazanılması gerekiyorsa buralar belki de en çok hak ettiğimiz yerler değil midir? O halde neden kaçtık bunca yıldır buralardan? Neden korktuk halaylara eşlik etmekten? Tatillerimizi planlarken neden bir alternatif olmadı bu güzel yaylalar, göller, akarsular ve dağlar? Tüm bu sorular son gece uyutmadı beni, sızlarken her yanım Ahmed Arif’in şu dizelerini düştü bu defa aklıma;
"Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda."
Yiğitlik, sen cehennem olsan bile,
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu'dur ol hikayet,
Ol kara sevda.”
Uyuyamayınca, doğruldum doğan güne karşı. Ben Yüksekova’da misafirperverlikten başka ve olağanüstü manzaralar dışında bir şey görmedim dedim kendime. Hem içim içime sığmıyordu bu dağlarla kucaklaştığım için, hem üzülüyordum geç kaldığım için, lanetlerde ediyordum bizi ayrı tutanlar için.
Umutlandım, kimseden izin almadan, hiç bir kağıt imzalamadan, yasaklar olmadan, bu dağlarda yürüyebileceğimiz günleri düşledim. Askerlerimizin sadece olması gerektiğinden dolayı olduğu, zorunlulukların kalktığı, ki onlardan bin razı olsun, hepsinin duacısıyız, o güzel günleri düşledim. Hepsi bizim dedim de, işledim yüreğime. Ahmed Arif bir şiiri daha takıldı dilime gözlerim dolmuşken,
"Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız...
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uyanmasın dağ.
Bu yürek, ne güne vurur...
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı. "
Biz, bizim olan, bizden olan, her şeyi ile parçamız olan oraları çok sevdik. Şimdi tüm dostlarımıza anlatıyor ve gidin diyoruz. Kucaklaşın, sohbet edin, sahiplenin... Sizi ağırlamak, size sıcak bir çay ikram etmek isteyen binlercemiz var oralarda bekleyen.
Hadi, 7 bölge 7 iklim hepimizin, gecikmeyelim.
Comments