Milli Eğitim Bakanlığı okullarının sıralarında ve 50-60 kişilik sınıflarda ilk duydum adını, Türkiye’nin en yüksek dağı, Ağrı Dağı diye. Coğrafya kitabının tek sayfasında belki tek kare bir fotoğraf ve tek kelime ile geçiştirilen bir zorunlu konuydu sadece.
O dönemde, teknoloji bu kadar gelişmiş değildi ama hocalarımız, ne hakkında yazılan şiirleri, efsaneleri okuttu, ne de fotoğraflarını gösterdi... Nereye düşüyordu mesela Ağrı Dağı, kimler vardı oralarda? Sınıf arkadaşlarımızdan kimler görmüştü, kimler oralıydı? Kimse sormadı, kimse anlatmadı. İsmine yazılan ezgileri, türküleri de dinleten olmadı… Türkiye’nin en yüksek dağıydı bu yeterliydi, ders yapıldı ve bitti.
Sanıyorum ki tüm bunların cevaplarını bulmak ve onu tanımak için çıkıyorduk yola. Kendime bile sormamıştım bir süre bu soruları ama bilme isteği hep gizlice büyümüş olmalı içimde, sonraları fark etim.
Üniversite yıllarında ilk hayaller başlamıştı. Ağrı Dağı’nı tüm ihtişamı ile gören bir köyün ovasında masamı kurup tüm gün ama tüm gün onu seyredecektim ve dumanı yoğun sigaralar içerek onu izleyecek ve dumanı zirveye doğru üfleyecektim, ki hala geçerliliğini korur. Belki koyunlar, inekler geçecekti tam o sırada ve biri yanık bir türkü söylenmeye başlayacaktı ileride. Hepsi bu.
Hayaller zaman geçtikçe fazla duygusallaştı ve yerini gerçeklere de bırakmaya başladı. Hadi boyumun ölçüsünü alalım demeler başlarken bir yandan da zirvelere takıldı gözler bir kere.
Olur mu olmaz olmaz, yapılır mı yapılmaz mı, çok sorular, çok öneriler… Deli misinler, oraya çıkıp ne yapacaksınlar, çıkıp da orada mı yaşayacaksınlar? Arada vazgeçmeler, çokça bir sevdanın peşine düşmeler. Rakı içilirken günlüğe yazılan “30 yaşına kadar Türkiye’nin en yüksek 5 zirvesine çıkmalısın” notlarının nerde olduğunu dahi unutmalardan sonra 34 yaşında Bahar’ında inadıyla hadi gidiyoruz noktasına gelmeler…
İşte o ilk heyecan ve ilk fotoğraf.
2 gece 3 günlük bir arınmaydı bana göre, düşüncelerimin kaostan sıyrılarak dinginliğe çıktığı. 2200 metrelerde başlayan ve her adımda yükseldikçe şehirden birikmiş bir tortuyu da bırakıyordum benden. Bir sonranın merak duygusu ise enerji veriyordu. Her adımda biraz daha kendine çağırırken Ağrı Dağı, sanki bir o kadar da gizliyordu güzelliğini ama nihayetinde hep gel diyordu, bin yıllardır varlığıyla.
İlk gün 3200 metre kampına geldiğimizde içimde oluşan his, olacak galiba oldu. Kampın eğlenceli ortamı yarının endişesini ve yorgunluğunu azaltıyor ama göz her cümlenin sonunda yine o zirveye takılıyor. Uykuya daldığımız manzara bu yorgunluğa değer diyerek uyuyoruz.
İkinci gün biraz daha zorlu bir tırmanış ile başlıyor ama heyecanla bir anda da bitiyor, 4200 metredeyiz. Üşüyor muyum, yanıyor muyum kararsızlık bedenimde. Uzun uzun dinleniyorum. Uzun uzun düşünüyorum ve yine her düşüncenin sonunda kendimi zirveye dönmüş buluyorum.
Küçük Ağrı ile aynı boydayız şimdi, buna çok gülüyorum. Yerimde zıplayarak onu geçtiğimi varsayıyor sonra buna biraz daha gülüyorum. İnsanoğlu diyorum sonra kendime, insanoğlu böyle işte.
Diğer çok güldüğüm bir konu ise, tuvalet durumu. Bence şu ana kadar en havalı, en havadar, en manzaralı ihtiyaç giderme alanı. 4200 metre yukarıdan bütün Ağrı Ovasına ve Küçük Ağrı Dağı’na bakarak işemek tarifsiz.
Güneş battığında keskinleşiyor hava ve bir anda ıssızlık. Son hazırlıkları ve talimatları alıp büyük gün için dinlemeye çekiliyoruz. Uyunmuyor tabi, biraz heyecan, biraz stres. Bazen nefes alırken tıkandığımı hissederek irkiliyorum. Bir sağa bir sola dönüşlerin sonunda hep aynı düşünce, biraz daha yaklaştım, vazgeçme.
Gece 02.00 kalkış ve kahvaltı ve hareket.
Başlıyoruz…
Tepeye baktıkça, karanlıkta sadece bizden önceki kafilelerin kafa lambaları. Bir ışık grubu yukarıda hareket ediyor, tek görebildiğim bu. Sadece yürüyorum, düşüncelerim beni bırakıyor ve nefesimi daha çok duyuyorum. Biraz daha hissizleşiyorum. Bahar aklıma geliyor sonra sık sık, o grubun en önünde ve ne yapıyor?
Günün ilk ışıkları ile güneşin varlığını uzun zamandır hissetmediğim bir bağlılıkla kutsuyorum. İşte o söylenen ve buna değer denilen görüntü. Ağrı Dağı’nın gölgesi… Dönüp dönüp bakıyorum, baktıkça kucaklıyorum gölgeyi.
Sonra soluğumu kendime çok daha yakın hissediyorum, şah damarından yakınım diyen kendini hissettiriyor iyiden iyiye diye tebessüm ediyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum ve bir adım daha hepsi bu.
Adımlar adımları takip ediyor ve sadece soluklar ve sadece ayaklar altındaki karın ve buzun sesi. Yorulduğumu hissettiğimi anda ve acabalar birikmeye başlarken kafamda, son düzlüğe geliyoruz. Nasıl oluyor bilmiyorum bir anda ne yorgunluk ve ne soru, işte orada… Keyifle yürüyoruz.
Artık zirveye metreler kala, Bahar bir anda hızlanıyor ve grubumuzdaki ilk çıkan oluyor.
Zirveye son adımlarda gözlerim doluyor, içimde bir neşe, içimde bir hüzün, içime bir gurur ve içimde mahcubiyet. Hangisi daha baskın bilemiyorum ama işte son adımlar ve zirvedeyim.
Çok daha yoğun duygular yaşayacağımı düşünürdüm hep ama bir anda bir kutlama başlıyor önce Bahar’la sarılıp tebrikleşiyoruz ve sonra grupla. Yüzler gülüyor ve oturup elma yiyoruz. Bence yediğim en güzel elmaydı.
Ağrı Dağı efsanemi oluşturdum, oluşturduk 14 Temmuz’da. Bu coğrafya bizim diyebilirim biraz daha ve gerçekten biliyorum artık, Ağrı Dağı ülkemin çatısı ve o en yükseği...
Tüm bu süreçte bize rehberlik eden Murat Hoca'ya ve Nejdet Hoca'ya, beraber olduğumuz arkadaşlarımıza ve Asya Dağcılık'a teşekkürle...
Comments