Küçük şehirlerin, kasabaların canlı kahveleri hep cezbeder beni. Anadolu’da güzel kahveler ve o kahve etrafında şekillenen bir şehir kültürü vardır bu sebeple o kahvelerde içtiğim çay, gazoz bana hep bir mutluluk verir. Kendimi oralı hissettiğim yegane yer işte bu kahvelerdir ki, yörenin tüm haberleri de buradadır.
Sinop’ta da en çok sevdiğim yer bu yüzden Yalı Kahvesi’dir. Denize sıfır, limanın dibinde, renkli ışıkları ve o tipik kahve masaları ile… Şehre ayak basar basmaz soluğu ilk aldığım, yol yorgunluğunu attığım yerdir. Kadın, erkek, çocuk herkes oradadır ve sanki bir hoş geldin diyecekler gibi samimi bulurum her şeyi.
İşte geldim yeniden, Mükremin abi demli bir çay.
Buraya Sinop yerine Sinope ismiyle seslenmek hoşuma gidiyor. Zeus’un başını döndüren Sinope’nin güzelliği karşında Sinop bende aynı etkiyi bırakıyor. Bu yüzden Sinope’nin güzelliği Sinop’a yansımış işte diyorum. Türkiye’nin en mutlu kentinde ağzım kulaklarımda ama dingin geçiriyorum günleri.
Yıllar önce ilk adımla başlayan ve devamında yılın birkaç gününü Sinop’ta geçirme alışkanlığını Bahar’a da bulaştırdıktan sonra Sinop’lu günlerimiz çoğaldı. Peki biz ne yapıyoruz Sinop’ta? Aslında bir listesi yok, hiçbir şey yaptığımız bir şehir bizim için, oralı gibi yaşamaya çalıştığımız.
Ben mesela neredeyse günümün çoğunda Yalı Kahve’sinde kitap okumaya bayılıyorum ve bir akşam mutlaka limandan taze gelen balıklarla güzel bir rakı akşamı yapmış olmak beni mutlu ediyor. Ara öğünlerimiz Sinop’un özel lezzetlerinden nokul ile geçiyor, dönüşlerde evde de yeriz diye alıyoruz, dayanamıyor yollukta ekletiyoruz. Geceleri limanda biraz midye biraz bira, sonra Sinop Kalesi’nden söylediğimiz o türkü;
“Sinop Kalesi’nden uçtum denizi
Üç gün üç gece göründü Rize
Karşı ki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdür olmaz”
Şeker ve şımarıklık ihtiyacımızı prenses pasta yiyerek gideriyoruz ki geri dönüş yoluna çıkarken de mutlaka birer tane alınır ve daha Sinop'u arkamızdan bırakmadan bitirmiş oluruz. Çok acıkınca da bu açlığı ancak cevizli Sinop mantısı keser diyerek porsiyonları da büyütüyoruz. Sabah kahvaltılarının adresi zaten belli Yalı Kahvesi.
Geceleri biralarımızı yudumlarken mutlaka Sabahattin Ali’nin bestelenen şiirlerini dinliyoruz, cezaevini kaç kere gittim anımsamıyorum ama orada olduğumuzda üzerimize denizden gelen bir vakur duruş yapışıyor ve istemsiz başlıyorum “Aldırma Gönül” türküsü mırıldanmaya.
“Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma”
Denk gelirseniz Sinop’un bizce özellikle Bahar için ayrıcalıklı kısmı ise köy pazarı. Şehrin arka tarafında eski surların hemen üstünde kurulan pazarda dolaşmak şehri ve köylerini anlamak için oldukça uygun. Bahar için ise taze ve doğal ürünler demek. Özellikle mevsimi ise mantarlarını ve kestanesini kaçırmamak gerek.
Sokaklarda gezerken beni en çok oyalayan dükkanlar kotra satanlar oluyor, tek tek onları incelemek beni oldukça etkiliyor. Her ne kadar artık makine ürünleri de olsa, ben her biri yapılırken, onları şekillendiren insanların hayat hikayelerini hayal ediyorum. Belki de denizi hiç görmeyenler vardı içlerinde, Sinop cezaevine girdi, görmedi, çıktı döndü memleketine yine görmedi. En son bu oluşturduğum hikayelerinden hangisi beni etkilediyse o kotrayı büyütüyorum gözümde ve Sinop Limanından açılarak onunla denize, kıyı kıyı selamlıyorum tüm Karadeniz şehirlerimi...
İnsani sınırlarımı sorgularken bakarak törpülenmiş yanlarımın sızılarına, onları İnceburun’da ve Türkiye’nin en kuzeyinde, rüzgarlara bırakmayı tercih ediyorum. Biraz dinginleşince uyumak için sakin bir liman arıyor bedenim ve hemen Akliman’a kaçırıyorum. Liman’da dinlenmeye geçmiş balıkçı teknelerinin uykularına eşlik ediyor uykum.
Sinop yarımadasını gün batımında seyretmek için ise doğru Şahintepesi’ne. Sonrası ise yok... Dediğim gibi, Sinop bizim için bir tatil güncesi değil, özlenen ve özlendikçe hasret gidermek için adeta ona doğru kaçtığımız bir soluklanma, kısa bir nefes molası.
Bu duygularımız anlatmak için Sabahattin Ali’den yardım almalıyım diye düşünüyorum. İşte en çok böyle bir anda varıyorum ben Sinop’a...
“Kalabalık beni sahiden sıktı. Ben iki de bir de böyle oluyorum. Bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil... İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile. Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bir hal aldığımı tasvir edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış bir kedi gibi kendimi zavallı hissediyorum...”
Comments