top of page

Büyükşehir Ağrılarının İlacı, Kemaliye


Kemaliye

Büyükşehir insanlarının kronik durumlarından biridir, bir anda çok şeyi geride bırakarak sadece kendisini ait hissedeceği bir şehirde, yavaşlatarak saatleri öylesine zaman geçirmek.


Bu bazen bir deniz kıyısı, göl kenarı, bazen bir dağ başı, bazen bir antik kent, bir restoran, meyhane, çay bahçesi, bazen eski anılarının çok olduğu yazlık şehirleri, bazen memleketinde baba ocağı olur. Bazense Anadolu’nun küçük bir şehri olabiliyor. İşte benim hikayem tam bu cümle de başlıyor, benim kendimi iyileştirdiğim yerlerden biri oldu Kemaliye.


Hani saklanmak istersin ya, bulunmamak, işte Kemaliye’de öyle gize sahip. Karasu Nehri boyunca uzanan vadinin en yeşilinde ve onu gizleyen kayaların, dağların arasında, kazandığı “yavaş şehir” unvanının hakkını vererek yaşıyor. Ulaşmak kolay değil elbette çünkü Kemaliye ufak bir şehir ve nazlı. Öyle yol üstü uğranılacak yerlerin aksine bilinmeyi istiyor ve istiyor ki sadece benim için gelsin yolcular buraya.


Bu Kemaliye ile benim hikayem, onun ruhuma ve sinir uçlarıma iyi gelen yanları…

Bu bizim hikayemiz.


Karasu Nehri, Fırat’ın tüm bilgeliğini Karanlık Kanyon’da tazelerken, vakur ve sessizce akıyor ve ben Taş Yolu’unda yürürken tüm bunlara şahit olan düşüncelerimi dinginleştiriyorum. Yine de kalbimde bir anda kanyon da göreceğim yaban keçilerinin toynak sesleri ritim bulsun istiyorum. Hiçbir tünel ışıksız değil, hepsi manzaralı aydınlığa çıkıyor, umutsuzlukların yerine umutlar çoğalıyor yürüdükçe ve benliğinde azim hissiyle çıkıyorsun tünelden. 132 yılın hikayesi yapışıyor üstüne, değişiyorsun.


Sokaklarında gezerken hiç eksilmeyen su seslerinin müziği ruhuma gıda oluyor. Uyuyorum su sesi, uyanıyorum su sesi. Tüm yangılarım için her yerde çeşmeler, avuç dolusu içiyorum şükürle. Evler tarihi olunca her birinden hikayeler, yaşanmışlıklar sokaklara taşıyor ve kapı önlerinde durup iki kere çalıyorum kapıları, biri ince biri kalın. Biliyorum Kemaliye’de hangisini de çalsan bir gel sesi var içerinden, divanhaneye varıp kucaklaşıyorum hasretle.


Mavi önlük, beyaz yaka ile okullara gitmişler için hiç unutulmayan şiirler vardır belleğimizde. Onlardan biridir,

“Orda bir köy var, uzakta

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.”

….

Anadolu hiç tükenmeyen bir hasret, koskoca bir özlem, deli dolu bir sevda. İşte onun mayalarından biri de burada bu şiirle yazıya gelmiş, bir parça ekliyorum kendim için memleket hamuruma Apçağa’dan Sırakonaklar’a doğru yürürken. Büyüsünü yitirmemiş köyün meydanında sadece oturuyorum, koşturmak bir delilik, bir suç gibi geliyor burada… Oturuyorum ve bekliyorum Kemaliyeliler gibi. Onlar sevdiklerini beklemişler senelerce ve maniler yazmışlar bu özlemlerine bense unuttuğum kendimi bekliyorum.

 

Seyir Terasına geri dönüp izlerken Kemaliye’yi defterime şunları yazıyorum;

...bazen dönmek gerek, kısa bir mola vermek, belki de vazgeçtiğinde yeniden başlamak için gitmek gerek. Boğulduğunu hissettiğinde büyükşehirlerde, arkana bakmadan ama kaçmadan da dışarı çıkmak gerek. Adının bilinmediği halde yıllarca tanış geldiği yüzlerin samimiyetle seninle sohbet ettiği, anın yavaşladığı, yürürken kollarının kimselere çarpmadığı, kendi içinde, kendisiyle barışık yaşayan o şehre… Ufak denilse de tüm yükünle seni kabul edip iyileştiren Eğin’e…


Dedim ya bu benim hikayem, bir parçası olmayı başarabilirsen eminim ki sana da yer var “Eğin dedikleri bu ufak şehirde”.

 

bottom of page